30 Ekim 2015 Cuma





     





                                                            Nermin Taylan Kimdir?



                    NERMİN TAYLAN

ARAŞTIMACI/EĞİTİMCİ/YAZAR

1981 yılında Rize’nin Çayeli ilçesinde dünyaya geldi. İlk, orta ve yükseköğrenimini İstanbul’da tamamladı. Edebiyat ve tarih alanlarında eğitim aldı. Öğrenim hayatının bitiminden sonra bir müddet eğitimci olarak görev yapan yazar bilgiyi taze tutmak ve yeni nesillere köklü medeniyetini aktarabilmek gayesi ile araştırmaya yöneldi. Osmanlı arşivlerinden yapmış olduğu araştırmalar neticesinde Ocak 2011 yılında “Yaşanmış İlginç Hikâyelerle Osmanlı Padişahları” isimli ilk kitabını çıkardı. 2012’de “Padişah Anaları”, 2013 yılında “Taht Uğruna Baş Veren Canlar Sıradışı Osmanlı Şehzadeleri”, 2014’de Osmanlı’da Yasaklar ve 2015 yılında da “Kösem Sultan ve Dönemi” isimli araştırma inceleme dalında beş adet kitaba imza attı. Asım, İlk Tohum, Bâb-ı Şefkat, Gökçe vb. birçok dergide Tarih ve Medeniyet konulu makaleleri yayımlandı. Bizim Kitaplar Yayınevi ve bazı dergilerde editörlük yapmasının yanı sıra siyasilere danışmanlık görevlerinde bulundu. Klasik Türk Sanatları dalında Hüsn-i Hat ve Ebru eğitimi alması münasebetiyle Türkiye’nin pek çok yerinde açılan sergilerde eserleri sanatseverlerle buluştu.

Araştırmalarına Osmanlı Arşivlerinde devam eden yazar “Medeniyet ve Tarih Şuuru” temalı konferanslar vermenin yanı sıra genç nesle tarihini ve köklü medeniyetini anlatabilme adına “yerinde tarih” isimli kültür gezileri düzenlemektedir. Hâlihazırda çeşitli kurum ve kuruluşlarda Osmanlı Türkçesi ve Osmanlı Arşiv Okumaları dersleri vermektedir.

30 Nisan 2015 Perşembe

Valide Mâhpeyker Kösem Sultan Dönemini yazdık!


Valide Mâhpeyker Kösem Sultan Dönemini yazdı!

Türkiye’nin en genç kadın Osmanlı Hanedanı yazarı Nermin TAYLAN, Osmanlı'nın en namlı Valide Sultan'ı olan Kösem Sultan hakkında Osmanlı arşivi vesikalarından, Topkapı sarayı arşivinden ve ilmi tezler ile hazırladığı "Valide Mâhpeyker Kösem Sultan ve Dönemi" adlı kitabını çıkardı.

Osmanlı Hanedanlığı üzerine yaptığı araştırmalarla ve araştırmalar neticesine ilmi tez ve kaynaklara dayandırarak yayınladığı kitaplarla tanınan Türkiye’nin en genç kadın Osmanlı Hanedanı yazarı Nermin TAYLAN, uzun bir araştırma ve uğraş neticesinde "Valide Mâhpeyker Kösem Sultan ve Dönemi" isimli 5.kitabını çıkardı. Nermin Taylan’ın "Valide Mâhpeyker Kösem Sultan ve Dönemi" isimli kitabı 04 Mayıs 2015 tarihinde tüm seçkin kitapevlerinde okuyucusuyla buluşacak.

Araştırmacı Yazar Nermin Taylan;"Osmanlı’nın en sıkıntılı dönemlerinden sayılan 17. Yüzyılda, taht değişikliklerinden, Celali isyanlarına, padişah ölümlerinden, şehzade katline kadar pek çok hususta mesul tutulan kişi saltanat naibesi Kösem Sultan olmuştur.

Osmanlı sarayının gelmiş geçmiş en namlı Valide Sultanı olan Mâhpeyker Kösem Sultan hakkında günümüze kadar sayısız eser kaleme alınmış, çeşitli piyesler sahnelenmiş, onlarca makale ve yüzlerce köşe yazısı yazılmıştır. Maalesef bu çalışmaların neredeyse tamamı, Avrupalı oryantalistlerin gözlerinden, kulaktan dolma hikâyelerden öteye geçememiş, son dönemlerde hazırlanan makaleler ve bir iki ilmi eser dışında yapılan tüm çalışmalar araştırma yapılmaksızın okuyucuya sunulmuş, mesnetsiz, kaynaksız bilgilerle cinsel fantezi ve ideoloji ürünü yayımlar “gerçekmiş gibi yansıtılmıştır”. Oysa bu yazılanların dışına çıkıp, dönemin tarihçilerinin hazırladıkları eserleri incelediğimizde ve Osmanlı arşiv kaynaklarına ulaştığımızda, karşımıza bambaşka bir Valide Kösem Sultan portresi çıkmaktadır.

Osmanlı arşivlerindeki “vakfiyeler, fıtra defterleri, nameler, emirler” bizlere Kösem Sultan’ın kişiliği ve yaptıkları hakkında pek çok ipucu vermekte, gerçeğin peşinde koşanlar için büyük kaynak oluşturmaktadır.

Valide Mâhpeyker Kösem Sultan’ın siyasetini anlamak, verdiği mücadelenin aslını öğrenmek ve neden bu denli bir çaba sarfettiğini hakkıyla bilmek için: Osmanlı’ya gelişini, padişaha eş oluşunu, eşinin kimliğini ve döneminde yaptıklarını, döneminde yaşanan vakaları, Celali isyanlarını, Osmanlı’daki iç karışıklığı, ehliyetsiz devlet adamlarını, şehzade katlini, Sultan Mustafa, Sultan Osman, Sultan Murad ve Sultan İbrahim’in taht dönemleri gibi pek çok olayı iyi öğrenmek ve daha sonra değerlendirmek gerekmektedir.

Tümüyle Topkapı Sarayı Müze Arşivi, Başbakanlık Devlet Arşivleri Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı ve Süleymaniye Arşivi gibi arşivlerimizden alınan orijinal vesikalardan dönemin vakanüvis eserlerinden ve günümüz akademisyenlerinin mesnetli tezlerinden kaynaklarla desteklediğimiz ve yayıma hazırladığımız bu eserdeki asli gayemiz, arşiv kaynaklarından alınan bilgilerle dünyanın en uzun süre ayakta kalmayı başaran Osmanlı Hanedanının bu namlı valide sultanını, “yüceltmeden ve dahi küçültmeden” hatalarıyla-sevaplarıyla objektif bir şekilde insanların bilgisine sunmak, ilmi bir bakışla yerli ve yabancı araştırmacıların eserlerine kapı aralamaktır."

Ve daha pek çok şey...

Nermin TAYLAN’ın "Valide Mâhpeyker Kösem Sultan ve Dönemi" isimli kitabına tüm seçkin kitapevlerinden ve e-kitap satış sitelerinden ulaşabilirsiniz.





Basın ve Halkla İlişkiler K3 Medya Danışmanlık ve Organizasyon Tarafından Yürütülmektedir.Sizler Programlarınızda Yazarımızı Konuk Olarak Ağırlamak İsterseniz Bizimle İletişim Sağlayabilirsiniz.İrtibat: 0505 330 65 32 Eyüp Kadir Kilci 

1 Ocak 2015 Perşembe





Son günlerde yapılan Osmanlı tartışmaları ve bu olayın TBMM'de sırf ideolojik çıkarlar sebebiyle gündeme gelmesi münasebetiyle Üstad Hattat Prof. Dr. Talip Mert'in kaleme aldığı ve belki de durumu özetlediği yazı;

Sayın Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu,
Osmanlı Türkçesi hakkında ortaya attığınız iddialar karşısında ne kadar şaşırdığımı anlatamam. “Okunamaz, anlaşılmaz, lüzum yok, karma karışık sülüs…” Türü bir sürü laf. Osmanlı Türkçesine muhalefet edecek başka kimse yok muydu? Bindiğiniz dalı kesmek size mi düştü? Ve siz Osmanlı sayesinde Yusuf Halaçoğlu oldunuz. Ve Ermeni meselesinin gerçeklerini ortaya çıkarmaya çalışıyorsunuz. Peki, siz bu iddia ile 2015 yılında acaba neler söyleyebileceksiniz? Size kim inanacak? Siz Osmanlı Arşivi’nde genel müdürlük, Türk Tarih kurumunda başkanlık yaptınız. Bu kurumlarda muhatabınız Sümer, Hitit tabletleri veya Mısır’ın resim yazısı mıydı? Siz açıkça ucuz bir siyaset yapayım derken hem kendinizi hem de şanı her şeyden yüksek ilmi “siyaseten katl” ettiniz. Sizin Osmanlı Türkçesi ile bu manasız kavganızın sebebi nedir? Ne yazık ki; ölçüsüz, hesapsız kitapsız “Ucuz siyaset” adamı maalesef ucuz etten de öte ucuz bir şey yapıyor. Böyle bir meselede susmak bir nimet değil mi? Ne yazık ki; Bu abes ötesi muhalefeti şeytan Halaçoğlu’na, milletin dinlediği, kulak verdiği bir tarihçiye yaptırttı. Yusuf Bey, Unutmayın ki sizi şaşırtan bu hain “Şeytanın dostluğu darağacına kadardır.” Ben sizin yerinizde olsam bu atasözünü okunabilecek (!) bir Osmanlı yazısıyla yazdırıp odama asarım.
Bir Alman, Avusturyalı, İngiliz… Bir kaç bin yıl önce yazılmış Sümer, Hitit, Mısır… Tabletlerini, kitabelerini okuyup çözüyor, lügatini yazıyor. Hem de soracağı hiçbir kimse, hiçbir kaynak yok iken. Peki, bu yazıları okuyan, bu dilleri çözüp tercüme edenler insan değil mi? Bu adamların bizler gibi “Türküm, doğruyum, çalışkanım…” deyip gaza gelme şansları olmadığı gibi öyle anlı şanlı bir unvana, dokunulmazlığa da sahip değiller. Sadece işlerini yapmak için çâre arayıp buluyor ve dahi okuyorlar. Siz, Osmanlı’nın “üç hilalli” bayrağını alıp bu konuda bayraktar olmanız gerekirken bu şanlı bayrağı yere düşürdünüz. Dilini anlamadığınız alfabesini okuyamadığınız bir devletin bayrağına sahip çıkmak da ne oluyor?
Sayın Halaçoğlu,
Şunu lütfen unutmayın: “İstediğini söyleyen istemediğini işitir.” Bendeniz, bu ve benzeri 250 fikrî, felsefi alt yapısı sağlam atasözü, bilmece, mâni ve şiirleri Osmanlıca el yazısıyla (rik’a ile) gençlere okutuyorum. Ek olarak da mezar taşı, kitabe ve muhtelif levhalar. Bu talebeden 700’ü Safahat’ın dörtte birini, yetmişi ise tamamını Osmanlıca metninden okuyup bitirdi. Hem de haftada iki saat ders görerek. Yine bu gençlerin dörtte biri bitirme tezi olarak da Osmanlıca’dan tez alıp onu da başarılı bir şekilde yapıyorlar. Çünkü bu gençler bu yazı ile kayıp hazinelerini buluyor, kanlarında ve genlerinde var olan bir gerçeği hem de sizin 45 senedir bulamadığınız, daha doğrusu ucuz siyasete kurban ettiğiniz bir geçeği keşfediyorlar.
Peki, sizin ortaya attığınız basit iddialar nerede kaldı? Sizin makamınızda olan bir insana bu sözler yakıştı mı? Siz, Liselere konan Osmanlıca dersinde çocuklara Büyük Ruznamçe defterlerini veya Budin Livası Tahrir Defterlerini mi okutacaksınız? Siz hiç düşünmeyin –düşünseniz zaten susardınız- ve üzülmeyin; En kötü ihtimal bu okunamayan yazıları Alman, Japon, ABD’li… Müsteşriklere göndeririz. Bizde okuyamadık deyip asla iade etmezler, bir şekilde okuyup bize gönderirler. Okuyamıyorum sözünü nefis ve kariyerlerine yediremezler. Sizin nefesiniz daralmasın. Yeter ki siz anlı şanlı bir müverrih ve münevver olarak rahat olun. Büyük Osmanlı’nın çok büyük bir gayretle geliştirip güzelleştirdiği yazı türlerini “okunmaz, anlaşılmaz…” diye hafife almağa devam edin. Unutmayın ki; “İnsan sözünden öküz boynuzundan tutulur.” Garip bir sual?
Bu sual sadece Halaçoğlu’na has olmayıp, düşünen herkesedir. Bugün Türkiye’de ilkokuldan başlayıp üniversiteye kadar haftada dört saatten az olmamak üzere sekiz on sene İngilizce okutuluyor. Günlük hayatta kullandığımız bütün âlet edevatın, sokaklardaki tabelaların ve matbuatın… Adı İngilizce. Buna rağmen İngilizce öğrenen kaç kişi var? Bu sorunun cevabı: Osmanlı yazısının hiç de zor olmadığı gibi Koca Sinan’ın, Gelenbevi’nin, Fuzuli’nin, Itrî’nin, Kâtip Çelebi’nin, Ahmed Cevdet Paşa’nın… Yetişmesine de mani olmamıştır. İlla da AB’ye girelim diye didinen Türkiye bugün AB’nin en az okuyan, en çok cep telefonu ve sosyal ağı kullanan, en fazla trafik derdi olan milleti yaptı. Bizler 32 harfli Osmanlıca’yı zaten zordu öğrenemedik (!). Çok kolay Latin yazısı da öğrendik sayılmaz. Biz dünyanın en kolay yazısı (!) Japon ve Çin yazılarını da alsak bu ucuz anlayışla yine de yaya kalırız. Çünkü bütün mesele öğrenme aşkını, okuma zevkini alabilmek, bilhassa da alın terinin ve göz nurunun değerini, kudsiyetini anlatabilmekten geçer. Zordu, kolaydı gibi hafif iddialara itibar etmek bu asırda insanı sadece mahcup eder. Çünkü her canlı hayatını kazanmak için hayatını ortaya koymağa mecburdur. Zira Taraf-ı İlâhi’den kâinat için konan kanun budur.
Her ne kadar bizim büyük aydınlarımız “okunmaz, yazılmaz, karmakarışık…” türünden sığ ve basit iddialar ortaya atsalar da bu işin içinde olan bir kişi olarak büyük bir memnuniyetle görüyorum ki; Osmanlı Türkçesini talim ve taallüm gayreti bu milleti sarıp sarmalamıştır. Bu dili, bu elifbâyı öğrenmek isteyen her yaştan insan sayısında âdeta bir patlama vardır.
Osmanlıca dostlarına sesleniyorum. Kendisi bir şey olamamış, olabildiğini de deniz suyundan ucuz siyasete feda etmiş bu türden aydınlar zinhar unutmayın ki bu patlama karşısında yarın ağız değiştirip Osmanlıca’nın faziletlerine dair nutuklar çekeceklerdir. Çünkü bizim cemiyet hayatında önce ulu orta konuşmak sonra da “onu demek istemedim” demek, amip gibi tek hücreli aydınlarımızın değişmez huylarıdır. Bundan da adınız gibi emin olun. Çünkü biz de münevver böyledir. Hem de bunlar bizim Avrupa’ya tahsil için talebe gönderdiğimiz taa 1830’lardan beri böyledir. Batıya okumaya gidip işe yarayanlar zaten dönmedi. Dönenler de ne yazık ki dönek olarak dönüp bu millete hep tepeden baktı. Bu aziz, çilekeş, üzerinde yazı olan bir kâğıda ilme saygısından dolayı basmayıp duvar deliklerine soktu. Mektebe verdiği çocuğunu “eti senin kemiği benim” anlayışıyla hocaya teslim etti. Bu insanlar maddeten câhildi ama manen pek ârif idiler. Batıdan eli boş gelen aydınlarımız ise bu milleti daima “bunlar adam olmaz” olarak gördü. Hallaç tezgâhından sıçrayan pamuk gibi hafif bu lafları duyunca bugün de bu iddiaların hâla yaşatıldığını görüyoruz. Ey millet! Sizler ümitvar olunuz. Bu tipler kopup gelen bu irfan selinde boğulup gidecektir.
Bir de teşekkür: Halaçoğlu 20 sene sonra da olsa Osmanlı Arşivi’nde çalışan arkadaşlarını hatırladığı için teşekkür ediyorum. Bu hakkını da teslim ediyorum. İnşallah siyasi bir gösteri olarak kalmaz. Arşivi mahallesine taşıyan sayın mebusla beraber bu emektarlar için beraber bir şeyler yaparlar.
Son bir söz ve bu metni beğenenlerden rica: Okumak lütfunda bulunduğunuz bu metinde mahsus yazdığım bazı Osmanlıca kelimeleri lütfen akıllı telefonlarınızda sizden emir bekleyen MOLLA KASIM (Google)’dan sorun ve öğrenin. Yani sizler bir şekilde bu işin bir yerinden tutun ve lisan-ı Osmanî’yi öğrenin. Hiçbir kaybınız olmayacak. Çünkü Cenab-ı Hak çalışanları sever. Lütuf ve keremini onlara yâr eder.
Hoş görünüze sığınarak size son olarak Devlet-i Aliyye-i Osmaniye’nin Ârif isimli bir bakkalının “karmakarışık bir sülüsle “ yazdığı bir levhasının resmini takdim ediyorum. Gerçi bu ibare Arapça fakat Türkçe’de olsa bizim sayın Prof. bu yazıyı herhalde okuyamazdı. Dünün bakkalı ile bugünün Prof.unu görün de niçin karanlıktan çıkamadığımıza artık siz karar verin.

Üç tuğlu vezir olurdu evvel / 
Üç tüylüsü oldu şimdi zâhir

Üç tuğ ile üç tüyü kıyas et / 
Devlet ne idi ne oldu âhir (Münif Paşa)


Talip Mert-Marmara Üniversitesi

3 Mart 2014 Pazartesi

25 Şubat 2014 Salı






ŞEHZADE CİHANGİR



Çok sevdiği ağabeyinin cesedini..
çadır önünde gören
Şehzade Cihangir’in naif yapısı,
bu acıya fazla dayanamaz
ve hastalanarak hayatını kaybeder.

Kanuni Sultan Süleyman ile Hürrem Sultan’ın en küçük oğlu Cihangir, kambur olarak dünyaya gelmişti. Ruhen duygusal bir karaktere, fiziken de narin bir yapıya sahipti. Hastalıklı bedeni ve sırtındaki kambur nedeniyle babası ona “dünyayı sırtında taşıyan” anlamına gelen Cihangir ismini vermişti.
Cihangir; Şehzadegân mektebinde diğer şehzadeler gibi iyi bir eğitime tabi tutuldu ve ileriki yaşlarında babası ve ağabeyleri gibi aruz veznini iyi kullanan bir şair oldu. Hastalıklı ve hassas yapısı nedeni ile annesi ve sultan babası tarafından özel bir ilgiye mazhar oldu. Hiçbir zaman diğer ağabeyleri gibi kılıç kullanamadı, ata binemedi fakat güzel kalbi nedeni ile hep sevdi, sevildi.
Kanuni Sultan Süleyman bu hastalıklı evladını ezelden beri çok sevmekteydi ancak Mustafa’nın idamından sonra adeta tüm sevgisini Cihangir’e vermişti. O’nu yanından ayırmıyor, üzerine titriyordu. Fakat Cihangir çok sevdiği ağabeyi Mustafa’nın cansız bedenini çadır önünde gördükten sonra derinden üzülmüş, hayat sevgisini kaybetmiş ve bu olayın etkisinde kalarak adeta yüzü gülmez hale gelmişti.
 Şehzade Cihangir; çok sevdiği, değer verdiği ağabeyinin ölümünün ardından günümüze kadar gelmiş olan şu beyti yazmıştır;
“Dir gören ebrûların çaşmanunu;
Hance altunda yatur saydolmuş âhûlar mudur?”
Bir müddet sonra hassas bedeni bu acıya dayanamayarak hastalandı. Babasının Nahcivan seferi sırasında hep hastaydı. Ordu Halep’te konakladığı sırada sultan babasının kollarında can verdi. Hanedan soyundan olmasına rağmen ömrü hastalıklar içerisinde geçen mahzun şehzadenin hayatı 22 yaşında son buldu. 27 Kasım 1553 yılında hayata veda eden Şehzadenin cenazesi İstanbul’a gönderilerek Şehzade Mehmed türbesine, ağabeyi Mehmed’in yanına defnedildi.
Cihan padişahı Kanuni Sultan Süleyman’ın evlat açısından kara yazgısı Mustafa’nın ölümü ile bitmemiş, Mustafa’nın acısı ile dağlanan yüreğindeki yangın bu kez en küçük evladı Cihangir’in kollarında can vermesi ile katmerlenmiştir. Uzun saltanatı boyunca insanları imrendirecek kadar ışıltılı bir hayatın son demlerinde büyük çileler çekmiş ve her yediği vurgunun ardından gönlünde yeni yaralar açılmıştır.
“Kolay değildir evladının katline emir vermek ve kolay değildir kollarında ciğer paresinin erimesini seyretmek.”








Nermin Taylan...
Taht Uğruna Baş Veren Canlar
"SIRADIŞI OSMANLI ŞEHZADELERİ" KİTABIMDAN....

24 Şubat 2014 Pazartesi

ŞEHZADE MUSTAFA NASIL ÖLDÜRÜLDÜ





ŞEHZADE MUSTAFA


Babasının elini öpmek ve
Ona olan sadakatini bildirmek için otağa giren şehzade,
Sultan babası yerine
yedi dilsiz cellatla karşılaşır.
Mustafa güçlü kuvvetli iyi bir savaşçıdır.
Yedi celladı yere sermeyi başarır
ancak,
kader ihanet ağlarını çoktan örmüştür.
Şehzade Mustafa
kendisini yetiştiren ve
çok güvendiği Zal Mahmud Paşa’nın ilmeğiyle
can vermiştir.


Kanuni Sultan Süleyman’ın üç erkek evladı dünyaya gelmişti. Bunlardan Murad, Mahmud ve Abdullah küçük yaşta ölmüşlerdi. İleriki yıllarda ise Hürrem Sultan’dan olma oğlu Şehzade Mehmed; 1543 yılında Manisa Valiliği yaptığı sırada hastalanarak vefat etti.
Kanuninin, Mahidevran Sultan’dan olma en büyük oğlu Şehzade Mustafa, erken yaşlardan itibaren derslerindeki başarısı, dil öğrenme çabası ve kılıç kullanmadaki maharetiyle de göz doldurmaktaydı. Bu durum hem padişahı hoşnut ediyor hem de askere güven kazandırıyordu. Zaman ilerleyip Şehzade Mustafa ergenlik dönemine ulaştığında tahta geçecek olan kişinin kesinlikle Mustafa olacağı kulaktan kulağa dolaşmaya başlamıştı. Çünkü Mustafa asker tarafından sevilip sayılıyor, babasının yanında seferlere katılarak büyük başarılar sağlıyordu.
Genç Şehzade artık sancağa gitmeliydi. Kanuni Sultan Süleyman, Şehzade Mustafa’yı, Mustafa’nın annesi Mahidevran Sultan ve maiyeti ile beraber Manisa Sancağı’na yolladı. Uzun süre Manisa Sancağı’nda görev yapan Mustafa, Konya Sancağı’na tayin edilmişti.
Şehzâde Mustafa’nın yaşı ilerlemiş ve otuz dokuz yaşına gelmişti. Sakal bırakmıştı, ancak sakal hükümdarlık alametiydi ve Mustafa’nın sakal bırakması onun için tehlike arz etmekteydi. Sakal bıraktığı haberi Kanuni Sultan Süleyman’a ulaştığında bu durum sultanı huzursuz etmişti. Acaba Mustafa artık tahta mı geçmek istiyordu? Çünkü Âl-i Osman soyunda bu daha evvel yaşanmış, Kanuni’nin babası Yavuz Sultan Selim, askeri arkasına alarak Sultan II. Bayezıd’ı darbe ile tahttan indirmişti.
Mustafa, paşaları ve bazı devlet erkânı tarafından sakalını kesmesi konusunda defalarca uyarılmasına rağmen onları dinlemedi.
Talihsizlikler birbirini kovaladı. Kader başta Mustafa olmak üzere maiyeti için feci bir akıbet hazırlamıştı. Asker tarafından sevilip sayılan, annesinin biricik evladı, babasının gözde şehzadesi Şehzade Mustafa, asılsız ve uydurma birtakım iftiralarla itham edildi.
Rivayetlere göre Kanuni Sultan Süleyman ilerleyen yaşından ötürü artık kendisi sefere çıkamadığından doğu vilayetlerine saldıran Şah Tahmasb’a karşı Kızı Mihrimah Sultan’ın kocası ve Vezir-i Âzamı olan Rüstem Paşa’yı görevlendirdi. Rüstem Paşa Kayınvalidesi Hürrem Sultan ile işbirliği içine girmiş ve Mustafa’yı ortadan kaldırmayı hedeflemişti. Bu sebeple Aksaray’a ulaştığında padişaha bir nâme göndererek, “bazı askerlerin padişahın ihtiyarlığı sebebiyle artık sefere çıkamadığından dolayı kendisini tahttan indirerek Mustafa’yı tahta geçirmek istediklerini ve Mustafa’nın da bu plan içerisinde olduğunu” haber verdi. Ve padişahın bizzat askerin başında sefere çıkması gerektiğini bildirdi[1].
Solakzâde, askerin o zamanki sözlerini şu şekilde ifade ediyor;
“Padişâh âlempenâh gayet kocaldı, pirlik vücuduna zaaf virüp afiyetin aldı; ba’d-el yevm seferden ve hareketten kaldı; anınçün Rüstem Paşa’yı Anadolu’ya serdar tayin nasbeyledi; hakk el-insâf Şehzade Mustafa’yı yerlerine istihlâf etmek murâd-ı şerifleri olduğuna hilaf yoğ imiş. Mâni olan Rüstem Paşa imiş! Diyübu güne güft ü şinîd karîb u baîd giderek hadd-i tevatüre irişüp herkesden sâdır olmağa başladı.”[2]
Bu gerçek bir haberdi ve asker artık Şehzade Mustafa’yı istemekteydi. Peçevi tarihine göre, Ordu ile halkın ısrarlarına ikna olan Şehzade Mustafa askeri arkasına alarak Vezir-i Âzam’ın üzerine yürümek üzere ayaklandı[3]. Bunun üzerine padişah Rüstem Paşa’yı payitahta çağırarak bizzat askerin başında Nahcivan Seferine çıktı. Mustafa artık babasının gözünden düşmüş, isyan hazırlığı içerisinde olduğu gerekçesi ile idam kararı verilmişti.
Bu durumu Taşlıcalı Yahya’nın her tarafta okunup ezberlenen mersiyesinde şu şekilde anlatılmıştır.
“Bir iki eğr fesâd ehli nitekim şimşir
Bie iki nâme-i tezviri kıldı katline tîr”
Babasının almış olduğu karar tam olarak kulağına gelmese de çocukluk yaşlarından beri babasına düşkün ve sevgisi ile büyüyen Şehzade Mustafa, bizzat babasına yazmış olduğu mektuplarda pederine olan sevgi ve saygısını defahatle dile getiriyor, sağlığı için dualar ediyordu. Ancak bunlar yetmeyecekti, gözden düşmüştü bir kere. nizam-ı âlem için Mustafa ölmeliydi.
Kanuni Sultan Süleyman, Nahcivan Seferine çıktığı zaman kendisine Yenişehir’de ulaşan oğlu Bayezıd’ı Rumeli’yi korumakla görevlendirerek Edirne’ye gönderdi. Saruhan sancağında görevli Şehzade Selim, Bolvadin de askeri ile birlikte babasına katıldı. Şehzade Mustafa ise kaderin kendisine ördüğü ağdan habersiz, Ereğli de babasına iltihak etti.
Şehzade Mustafa orduya ilhakının hemen akabinde sultan babasına olan sadakatini bildirmek ve elini öpmek için Hünkâr Otağına doğru yola çıkar. Şehzadenin her adımında asker şahlanıyor hep bir ağızdan gülbanlar çekilip dualar ediliyordur[4]. Anlaşılan o ki; veliaht görülen şehzade askerin gönlünde çoktan saltanatını kurmuş hükümdar olmuştur.
Mustafa, Divanhane çadırının önüne geldiğinde görevliler zırhını çıkarıp silahlarını teslim etmesini istediler. Mustafa bu olaya şaşırmıştı, çünkü şehzadeler padişahın huzuruna zırhlı girebilirlerdi. Bir şehzade zırhını asla bir askere teslim etmezdi. Çünkü şehzade Âl-i Osman kanı taşımaktaydı ve sultandan sonra Osmanlı’nın en önemli hanedan mensubuydu. Mustafa’nın yanında bulunanlar durumdan şüphelenmişlerdi. Mustafa çadıra doğru yöneldiği anda paşalardan ve saray erkânından bazı kişiler ‘Gitme öldürüleceksin’ dediler. Şehzâde Mustafa ise babasına olan sadakat ve güvenini aşikâr bir şekilde ortaya koyan şu cevabı verdi.
-‘Hayır babam beni öldürmez’.
Tarihçilerin anlatımına göre; Şehzâde Mustafa çadıra girdiğinde sultan babasının yerine karşısında yedi tane dilsiz cellât vardır. Ve Mustafa orada her şeyin bittiğini anlar. Yedi cellât Mustafa’yı boğazlamaya çalışırlar ama güçlü kuvvetli ve iyi bir savaşçı olan Şehzâde Mustafa, ellerinden kurtulmayı başarır.  Tam kendini çadır dışına atacağı sırada eskiden beri tanıdığı ve pek güvendiği Zal Mahmud’u görür karşısında. Gücü kuvveti herkesçe malum Zal Mahmud’un kendisine yardıma geldiğini uman talihsiz şehzade rahatlamış derin bir nefes almıştır. Ancak Zal Mahmud makam mevki vaadlerine aldanıp şehzadeye çoktan ihanet etmiştir. Zal Mahmud’un bir darbesi ile yere kapaklanan şehzadenin boğazına yılan misali dolanır ilmek. Çırpınır, direnir ancak artık tüm çabalar beyhudedir askerin gözbebeği Şehzade Mustafa; acılar içinde, sultan babasının emri ile, Zal Mahmud’un elinde son nefesini verir.
Tarihçi Hammer’e göre; oğlu cellâtların elinde can verirken Kanuni de otağdadır ve atlas bir perdenin arkasından infazı izlemektedir. Durumun farkında olan Mustafa ise “sultan babam oğluna ne yaptın” diye haykırmaktadır[5]. Bazı Türk ve Batı kaynaklarında Şehzade Mustafa öldürülürken Kanuni Sultan Süleyman çadırdan dışarıda çok uzaklardadır.
Bir nefes oğlum diyu bana himayet itmedün,
Hep hakaret eyledün, lütf-i inayet itmedün.
Akıbet katl eyledün, amma şefaat itmedün,
Neyledim, kıydın bana, devletlü sultanum baba?

Şehzade Mustafa’nın infazının ardından
7 yaşındaki oğlu İbrahim’de
Padişahın emri ile infaz edilir..

 1553 yılında yaşanan bu elim hadiseden sonra Şehzade Mustafa’nın oğlu İbrahim de ileride saltanat mücadelesine girebileceği gerekçe görülerek emir-i ahûru ile daha yedi yaşında infaz edilir[6]. Şehzade Mustafa’nın cenaze namazı orduda bulunan Kadıaskerlerin de iştirakiyle Ereğli’de kılınır ve na’şı Bursa’ya getirilerek II. Murad yakınındaki türbeye oğlu ile yan yana defnedilir.
Yaşanan bu facia herkesi büyük bir mateme boğar. Şehzadenin idamının ardından asker çadırında ağıtlar yakılıp, mersiyeler okunur. O gün yas ilan edilir, yemek yenmez, yüzler gülmez.  Asker bu faciaya sebep görülen Rüstem Paşa’nın azli ister. Bu yiğit civanmerte gönül bağlayan yeniçeriler Taşlıcalı Yahya’nın;
Meded meded ki cihanın yıkıldı bir yanı,
Ecel cellatları aldı Mustafa Hanı.
Tolundı mihr-i cemali bozuldu divanı,
Vebale koydular al ile Âl-i Osmanı.
Şiirini okuyarak teselli bulmaya çalışmışlardır.
Şehzade Mustafa’nın acı akıbeti bütün memlekette umumi bir teessür uyandırır. Adeta milli bir acı halini alan bu olay Divan edebiyatında unutulmaz akisler bırakır. Birçok şair bu olay hakkında mersiyeler yazar ağıtlar yakar. Bunların arasında bizlere hem olan biten hakkında bilgi veren hem de yaşanan acıyı en güzel ifadelerle anlatan Taşlıcalı Yahya’nın kırk elli beyitlik uzun ve hazin mersiyesidir.
Yahya Bey; bu cinayetin bütün mesuliyetini Vezir-i Âzam Rüstem Paşa’da gösterir. Şehzadeye isnat edilen ihanet mektuplarının sahteliğinden bahseden şair, “Kehle-i İkbâl”[7] Rüstem Paşa’nın rolünü şu dizelerle anlatır;
“Yalancının kuru bühtanı buğz-i pinhânı
Akıttı yaşumuzu yaktı nâr-ı hicranı”[8]
Şehzadeye son ve öldürücü darbeyi vuran ve yay kirişini boynuna dolayıp canını alan “Zal Mahmud” Yahya Bey’in şu beytine göre Rüstem Paşa’nın adamlarından biridir.
“Getürdü arkasını yîre Zâl-ı devr-i zaman
 Vücûduna sitem-i Rüstem ile irdi ziyân”[9]
Cesur şair Yahya Bey; askerle halkın bu derin üzüntüsünü de şu mısralarla ifade etmekten çekinmemiştir.
“Döküldü gözyaşı yıldızları çoğaldı figân
Dem-i mematı kıyamet gününden oldu nişan
Gırîv u nâle vü zâr ile doldu kevn ü mekân
Akar su gibi müdâm ağlamakla pîr ü cüvân”[10]
Beytin devamında Yahya Bey, Rüstem Paşa’nın idamını talep eden şu cümleleri kullanır;
“o cân-ı âdemiyân oldu hâk ile yeksan
Dirî kalan ne revâdur fesâd iden şeytan?”[11]
Üzüntüsünde samimi, sözlerinde cesur bu büyük şair Sultan Süleyman’ı bile tenkit edecek kadar ileri gidebilmiştir;
“Bunun gibi kim iş gördü, kim işitti acep
Ki oğluna kıya bir server-i ömer-i meşreb?”[12]
Yahya Bey’in bu cesur ve hiddetli beyitleri karşısında durumu Sultan Süleyman’a haber verip öldürülmesini talep eden Rüstem Paşa’ya padişahın cevabı ise şu olmuştur.
“bu makulelere kulak tutma ve intikam kastın itme”[13]
Talihsiz şehzâdenin etrafında bulunanlar da bu faciadan paylarını aldılar. Evvela iki ağasının başı vuruldu ve hizmetinde bulunanların her biri görevlerinden alınarak gözyaşları içinde sürgüne yollandı. Hatta şehzâdenin hocası olan Sürûrî Çelebi de bu olaydan sonra İstanbul’a dönmek zorunda kaldı. Ancak kahır ve gazaba uğrayan bir şehzâdenin hocası olduğu için ona eski görevi verilmedi. En küçük bir geçim kaynağı bile yoktu.
Şehzâdenin annesi Mahidevran Sultan ise oğlunun ölümünün ardından büyük üzüntüye gark oldu. Gecesini ve gündüzünü gözyaşlarıyla oğlunun mezarının bulunduğu türbede geçirdi. Hürrem Sultan’ın ve Kanuni Sultan Süleyman’ın ölümünün ardından tahta geçen II.Selim; Mahidevran Sultan’a maaş bağladı.
60 yaşındaki yaşlı padişah 39 yaşındaki evladı, ilk göz ağrısı, ciğer paresi olan Mustafa’nın ölümüyle sarsılır. Hem evlat acısı çekmek hem de ölüm emrini ağzıyla vermiş olmak yaşlı sultanı dayanılmaz acılara gark eder. İster ki; bu son olsun, Âl-i Osman bundan böyle bu tarz acılar yaşamasın.
Üç kıtaya yayılmış olan Osmanlı İmparatorluğu’nun başındaki sultan dayanmalı ve devleti ayakta tutmalıydı. Öyle de yaptı, acısını içine atarak sefere devam etti. Ancak kader yetinmeyecekti bundan sonra koca padişah iki kez daha evlat acısı ile sarsılacaktı.





[1]        İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, c; II s; 402

[2]        İsmail Hami Danişmend (2011) İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, İstanbul, Doğu Kütüphanesi. Cilt; 2 s; 393

[3]        İsmail Hami Danişmend (2011) İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, İstanbul, Doğu Kütüphanesi. Cilt; 2 s; 394

[4] İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, c; II s; 403, Peçevi Tarihi, c; 1 s;215, Tarihi Solakzade s; 523-524, Hammer, Devlet-i Osmaniyye Tarihi, Nefâset Matbaası, İstanbul 1332, c; 1 s; 403
[5]        Hammer, Devlet-i Osmaniyye Tarihi, Nefâset Matbaası, İstanbul 1332, c; 1 s; 403

[6]        Hammer, Devlet-i Osmaniyye Tarihi, c; VI s; 40, ayrıca bknz Çağatay Uluçay, Taht Uğruna Baş Veren Sultanlar, Yeni Matbaa, İstanbul, 1961 s; 76

[7]        Kehle-i İkbal, bit sayesinde yükselmiş anlamına gelmektedir. Damat Rüstem Paşa’ya halk tarafından verilen bir lakabdır. Evleneceği sırada Rüstem Paşa’yı çekemeyenler cüzam hastalığı olduğunu iddaa etmiş. Kanuni hekimbaşını hemen Diyarbakır’a Rüstem Paşa’ya göndermiş. Hekimbaşı yanında götürdüğü bir kutu biti fark ettirmeden paşanın kaftanına koymuş ve bitlerin Rüstem Paşa’nın vücudunda yürüdüğünü görünce cüzam hastalığı olmadığı teşhisini koymuştur. Bundan sonra kıdem olarak yükseldiği için Damat Rüstem Paşa halk tarafından Kehle-i ikbal diye lakaplandırılmıştır.

[8]        İsmail Hami Danişmend (2011) İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, İstanbul, Doğu Kütüphanesi. Cilt; 2 s; 402

[9]        İsmail Hami Danişmend (2011) İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, İstanbul, Doğu Kütüphanesi. Cilt; 2 s; 403

[10]       İsmail Hami Danişmend (2011) İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, İstanbul, Doğu Kütüphanesi. Cilt; 2 s; 403

[11]       İsmail Hami Danişmend (2011) İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, İstanbul, Doğu Kütüphanesi. Cilt; 2 s; 403

[12]       İsmail Hami Danişmend (2011) İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, İstanbul, Doğu Kütüphanesi. Cilt; 2 s; 403

[13]       İsmail Hami Danişmend (2011) İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, İstanbul, Doğu Kütüphanesi. Cilt; 2 s; 403


Taht Uğruna Baş Veren Canlar
SIRADIŞI OSMANLI ŞEHZADELERİ KİTABIMDAN....

23 Şubat 2014 Pazar





Dikkat! Okumak yasak…

“Münasebetsiz bir resim derç eylemiş olmasından dolayı Fulûh Gazetesi’nin 7 Temmuz 1895 tarihli nüshasının Memalik-i Şahaneye men’i idhali muvafık maslahattır”. Yasaklar; dünyaya gelmemizle başlar ölümümüzle son bulur. Biraz düşünün ilk yasaklarımızı, sobaya yaklaşma, misafir odasını karıştırma, vazoya dikkat et… Ardından okuldaki yasaklar, işteki yasaklar, şer’i yasaklar, örfi yasaklar…

Peki ya Osmanlı’da!
En çok merak edilen ve maalesef karanlıkta kalmış olan “Osmanlı’da Yasaklar” meselesi, bu kitapla aydınlanıyor. Belgelerle desteklenen bu kitap, bir tarafıyla akademik olmakla birlikte diğer akademik çalışmalardan farklı olarak akıcı ve herkes tarafından beğeniyle karşılanacak diliyle sizi Osmanlı döneminde gezintiye çıkaracak. Kadınlara uygulanan kıyafet ve dışarı çıkma yasağı, basılması ve ülkeye girmesi yasaklanan kitaplar, gayrimüslimlere uygulanan yasaklar, şehzadelere uygulanan yasaklar ve diğerleri…

Nermin Taylan’dan “OSMANLI’DA YASAKLAR” - Magazinmatik

Nermin Taylan’dan “OSMANLI’DA YASAKLAR” - Magazinmatik

13 Ekim 2013 Pazar

PADİŞAHLARIN PEYGAMBER SEVGİSİ





PEYGAMBER AŞKI NASIL OLUR DEMEYİN
İŞTE TAM DA BÖYLE OLUR



Üç kıtaya otak kuran, hükümdarlara taç giydiren, altı yüz yıl dünya tarihine yön veren, güneş görmeyen memleketlere İslam’ın sancağını götürmeye and içen, Mercidabık’ta, Ridaniye’de devletler deviren şanlı Osmanlı Padişahı;

Sen ki; henüz çadırda bir beylik iken Allah’ın kitabına saygısızlık olmasın diye sabaha kadar uykusuz kalan,

Sen ki; asırlarca her milletin rüyası olan Konstantiniye’yi sırf Peygamber istedi diye canı bahasına da olsa feth eyleyen,

Sen ki; peygamberi evinde misafir eden Eyyübe’l Ensari Hazretleri’nin kabrini taçlandıran ve saltanata geçerken “Senin duan olmadan saltanat olmaz” dercesine onun huzurunda atan Osman Bey’in kılıcını kuşanan,

Sen ki; peygamberin aşkı gönlünü yaksa da milletin selameti uğruna bağrına taş bağlayıp kutsal topraklara ömrünce hasret kaldın,
Sen ki; “Ben bastığın yerlerin hadımıyım” deyip Kâbe süpürülürken kullanılan tavus kuşunun tüyünü tacına takmıştın,

Sen ki; Nola tâcım gibi başımda getürsem dâim, Kadem-i resmini ol Hazret-i şâh-ı Resûlün, Gülü gülzâr-ı muhabbet o kadem sahibidir, Ahmedâ durma yüzün sür kademine o gülün.” Deyip, o mübareğin ayak izini başının üzerine koymuştun[1].

Sen ki; Topraklarına getirdiğin Kutsal Emanetlere büyük hürmet gösterip sarayında en güzel daireye koymuştun bu da yetmemiş Kutsal Emanetlerin bulunduğu dairede günün her vaktinde hiç dinmeksizin Kur’ân-ı Kerim okunması için 39 hafiz tayin ettirip 40’cı hafız olarak kendine görev biçmiştin,

Sen ki; peygamberin hırkasını ülkeye getirip sırf onun sergilenmesi ve ziyaret edilmesi adına kendi cebinden olmak kaydıyla bir cami inşa ettirmiştin.

Sen ki; Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in mübarek ayak izini hiç yere indirtmeden başlar üzerinde at sırtında hilafet makamına getirtmiştin.

Sen ki; dünyaya gelen evlatlarına Peygamberinin ismini vererek hanedanı Ahmet, Mehmet, Mahmud ve Mustafalarla süslemiştin.

Sen ki; her sefer gidişinde peygamber sancağını selamlamadan yola revan olmamış ve döndüğünde de evvela peygamber sancağına selam durmuştun.

Sen ki; peygamberin yaşadığı toprakların halkına her yıl sure alayları ile hediyeler mücevherler göndermeyi ibadet saymıştın.

Sen ki; her yıl Kâbe’nin örtüsünü kendi topraklarında altın yaldızlarla hazırlıyor Surre Alayları ile bizzat ellerinle gönderiyordun. Bir önceki örtüyü de yine ülkene getirip, en nadide mekânlarda sergiliyordun.

Sen ki; sırf peygamber öptü diye Hacerü’l-Esved taşını altınlarla muhafaza edip, kopan taşları ülkende yaptırdığın muazzam camilerin içerisini yerleştiriyordun.

Sen ki; Hicaz demiryolu yapılırken geçen trenlerin sesinden Efendimiz(s.a.v) rahatsız olmasın diye gürültüyü azaltmak için metal değil tahta travers yapıp altlarına da keçe döşettiriyordun.

Sen ki;  aç kalma, zulme uğrama ve canı bahasına da olsa peygamber kabrini İngilize teslim etmeyen Fahrettin Paşa'ları ve şanlı askeri bağrında yetiştirdin.

Sen ki; peygamberi rüyanda görüp istediği emirlere derhal riayet ederek Süleymaniye, Selimiye, Edirne Eski Camii ve Bursa Ulu Camii’ni ve pek çok camileri külliyeleri ile inşa ettiriyordun.

Sen peygamber sevgisiyle donanmış koca bir yüreğin sahibi Osmanlı Padişahıydın. Ve sen öyle sahip çıkmıştın ki peygamberine getirdiğin salâvatları duyup o da vakti geldiğinde Sina Çölü’nü geçerken sana rehberlik etmiş ve Çanakkale Muharebeleri’nde askerleri ile yardımına gelmişti. Sen onun sancağını adım attığın her yere yanında, başlar üzerinde götürürken muhakkak ki o da şefaatiyle sana eşlik etmişti…




[1] “Nola tâcım gibi başımda getürsem dâim 
Kadem-i resmini ol Hazret-i şâh-ı Resûlün 
Gülü gülzâr-ı muhabbet o kadem sahibidir 
Ahmedâ durma yüzün sür kademine o gülün.”